Italo Calvino’nun Atalaramız üçlemesinin ikinci romanıdır Ağaca Tüneyen
Baron. İlki İkiye Bölünen Vikont’tu. Bunu daha önce okuyup hakkında bir yazı da
yazmıştım. Henüz üçüncü roman olan Varolmayan Şövalye’yi okumadım. Sırada o
var.
İlk iki roman hakkında ilkini daha çok sevdiğini söyleyenlere de rastladım
ikinciyi de. Ben her ikisini de aynı ölçüde sevdim. İkiye Bölünen Vikont
oldukça şaşırtıcıydı. İsmine bakarak bir vikontun bir şekilde ikiye
bölüneceğini tahmin etmek zor değil tabii ama bunun sembolik mi olacağı yoksa
gerçekten mi ikiye bölüneceği elbette ki işin sürprizi. Sonra nasıl bölüneceği,
bölününce ne olacağı vs. hepsi birer muamma. İşin ucunda Calvino da olunca ortada
bir yeme de yanında yat hikayesi olduğu kesindi ve öyle de olmuştu benim için.
Şaşırtıcı ve eğlenceli bir hikayeyi birçok felsefi, sosyolojik, psikolojik
yaklaşımlarla harmanlayıp bir ziyafet halinde sunmuştu Calvino okuyucuya. Bir
önceki yazımda bunlardan uzun uzun söz etmiştim.
Diğer taraftan Ağaca Tüneyen Baron mesaj kaygısı taşımaktan çok keyifli bir
hikaye olarak çıkıyor karşımıza. Bu hikayenin isminden de bir baronun ağaç
üstünde geçen hikayesiyle karşılaşacağımızı tahmin etmek zor değil. Bu nedenle
hikayenin gerçekten de o şekilde ilerlediğini burada belirtmek ipucu vermek
sayılmaz. Calvino bu basit ama bir o kadar da yaratıcı çıkış noktasını almış
kendi zekasını, edebi yeteneğini ve mizah anlayışını işin içine katarak yine
tadından yenmeyecek bir hikaye çıkarmış ortaya. Bazen gayet yumuşak, sakin,
dingin, insanın ruhunu dinlendirici bir şekilde ilerleyen hikaye kimi zaman
hızlanıyor, heyecanlanıyor ve sonunu merak ettirici bir hal alıyor. Vahşi
hayvanlar, korsanlar, askerler, savaş, devrim, hastalık, ölüm derken hepsinden
daha zor, daha acımasız, daha umut kırıcı bir aşk da giriveriyor işin içine. Bu
tarz hikayelerden hoşlananlar için de bütün bunlar gayet cezbedici unsurlar.
Bu arada yanlış anlaşılmasın, mesaj kaygısı taşımıyor demiş değilim. Sadece
kafa yormadan eğlence amaçlı da okunabilir anlamında öyle söyledim. Yoksa bir
insanın ağaçta yaşamayı tercih etmesiyle bile toplumsal kalıplara karşı çıkışın
bir yansımasını görüyoruz. Cosimo’nun toplum, ahlak, din, devlet, askerlik,
savaş, aşk vs. gibi birçok konuda üzerinde düşünülmeye değer düşünce, davranış
ve sözleri de hikayenin orasına burasına serpiştirilmiş durumda. Ben özellikle
sonlara doğru Rus subayla olan konuşmasından çok etkilendim.
Bu romandan Calvino’nun kendine has dokunuşlarının yanı sıra biraz Sait
Faik tadı almak da benim çok hoşuma gitti. Hikaye bazı yerlerde o kadar
‘naif’leşiyor ki sayfaların arasından okuyucunun burnuna çiçek, çimen kokuları,
kulağına arı, böcek vızıltıları, yaprak hışırtıları, yüzüne bahar esintileri
geliyor.
Çok basit gibi görünen kurgusunun arkasında aslında ciddi bir olaylar
örgüsü olduğunu vurgulamak gerek. Olay dediysem anlatılanlar, olan bitenler
anlamında. Mesela bir yerde Cosimo’nun uzun bir aradan sonra gördüğü Viola’ya
uzaktan seslenmek isterken heyecandan normal sesler çıkaramayıp boğazından önce
çulluk ötüşünü andırır bir ses çıkması, ardından dudaklarından boz keklik
ötüşü, sonra yağmurkuşununki gibi uzun ve kederli bir ses çıkması, biraz sonra
da hüthüt gibi kuğurarak, çayırkuşu gibi dem çekerek ona seslenmeye çalışması
kendi içinde keyifli bir okuma sağlarken daha sonra olacaklara da bir işaret
çakıyor. Daha doğrusu elli-yüz sayfa sonra bazı gelişmeleri okurken bu olayı
hatırlayıp “Vay be demek daha o zamanlardan belliymiş böyle olacağı,” diye
düşünüyorsunuz.
Cosimo’nun Napolyon’la karşılaşması ve aralarında geçen diyalog bence olağanüstüydü.
Büyük İskender’le Diyojen arasındaki diyaloğa yapılan ters köşe göndermeye
şapka çıkarılır. Uzun zamandır okurken bu kadar eğlendiğimi hatırlamıyorum.
Gerçi hemen arkasından göndermeyle ilgili açıklama yapmayıp bağlantıyı
keşfetmeyi okuyucuya bıraksaymış daha iyi olurmuş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder